Skip to main content

Yazar: Emel Katırcı

Vaka Notu: İstanbul’un Ortasında Bir Kapanın İçindeydim

34 yaşında, reklam sektöründe çalışan bir erkek danışan… İlk görüşmeye geldiğinde yaşadığını şu cümleyle özetledi: “Metrobüste nefesim kesildi, kalbim deli gibi atıyor, gözüm kararıyor… İnecek halim bile yoktu.” Şehir hayatının içindeki görünmez yükler, sonunda bedenine sinyal vermeye başlamıştı.

Yaptığımız ilk değerlendirmede panik atağın fiziksel belirtileri oldukça netti ama bu krizlerin arkasında yıllardır biriktirilmiş stres, kontrol ihtiyacı ve bastırılmış duygular vardı. Süreç boyunca şehir içindeki “kaçamayacağı” ortamlarda kendini nasıl yeniden güvende hissedebileceğini çalıştık. Duygularla yüzleşmek ve bedeni tehdit gibi algılamamak, en önemli aşamaydı.

Bugün hâlâ metrobüse biniyor ama artık yanında sadece çantası değil, içgörüsü de var.

Vaka Notu: Yaşlılık Değil, Çaresizlikti

71 yaşında bir erkek danışan, torununun ısrarı üzerine ilk kez bir uzmana başvurmuştu. Görüşmenin başında, “Bu yaştan sonra ne fark eder?” demişti. Eşini kaybetmiş, yakın arkadaş çevresi azalmış, eskisi kadar dışarı çıkmıyordu. Bir süre sonra yemek yemeyi bırakmış, televizyon karşısında saatlerce sessizce oturur hale gelmişti.

Bu durum, çoğu zaman yaşlılığın doğal bir sonucu sanılsa da aslında açık bir geç yaş depresyonu tablosuydu. Bu yaş grubunda depresyon, genellikle ihmal edilir ya da fark edilmez. Ancak doğru yaklaşım ve düzenli takip ile değişim mümkün oldu. Küçük hedeflerle başladık; sabah yürüyüşleri, günlük planlar ve bir torunla yapılan haftalık sohbetler…

Bugün kendisiyle tekrar bağ kurmuş bir birey olarak yaşamına devam ediyor. Geç kalınmış değil, sadece geç fark edilmişti.

Vaka Notu: Annelik Yeterli Değilse?

Yeni doğum yapmış 31 yaşındaki bir danışan, eşi tarafından yönlendirilerek başvurdu. İlk başta çok konuşmak istemedi, anneliğin getirdiği sorumluluklardan bahsetti. Ama ikinci seansta gözyaşlarıyla birlikte cümle döküldü: “Bebeğimi seviyorum ama kendimi hiç tanımıyorum artık.”

Doğum sonrası depresyon (postpartum depresyon) tanısı koymamız uzun sürmedi. Suçluluk, kaygı, yetersizlik duyguları, özellikle toplum baskısıyla birleştiğinde anneliği zorlaştıran bir hale gelmişti. Süreç boyunca eş desteğini güçlendirdik, yalnız olmadığını ve bunun bir “zayıflık” değil “dönemsel bir ruhsal süreç” olduğunu anlaması çok önemliydi.

Şimdi hem bebeğiyle hem kendisiyle sağlıklı bir bağ kurmuş durumda. En önemli kazanımı ise şu oldu: Kendini ihmal etmeden de iyi bir anne olunabilir.

Vaka Notu: Kalbim Değil, Zihnim Çarpıyordu

29 yaşındaki bir kadın danışan, ilk görüşmemize bir acil servis macerasının ardından geldi. Son üç ayda dört kez acile başvurmuştu. Göğsünde sıkışma, nefes alamama hissi, çarpıntı, baş dönmesi… Her defasında kalp krizi geçirdiğini sanmış, ancak yapılan tüm tetkikler normal çıkmıştı.

Konuşmaya başladığımızda, “Bir anda geliyor, hiçbir sebep yokken. Öleceğimi sanıyorum” dedi. Anlattığı tablo oldukça tipikti: panik atak. Ama onun için yaşadığı şey, soyut bir “atak” değil, çok somut ve ürkütücü bir deneyimdi.

Görüşmelerimizde önce bedenini tanımasını, tepkilerini anlamasını sağladık. Panik bozukluk yaşayan bireylerin çoğu, aslında zihinsel yüklerini bedensel olarak taşımaya başlarlar. O da fark etmeden yıllardır bastırdığı yoğun kaygıyı, kontrol edemediği fiziksel belirtilerle yaşıyordu.

İlk dönemde ataklar hâlâ devam etti. Ancak nefes egzersizleri, tetikleyicilerin fark edilmesi ve bilişsel yeniden yapılandırma teknikleriyle birlikte, danışanım yavaş yavaş “atak geldiğinde korkmamak” duygusunu kazanmaya başladı. Çünkü artık neyle savaştığını biliyordu.

Bugün hâlâ zaman zaman yoğun kaygı yaşadığı anlar oluyor ama artık bu durumu yönetebileceğini biliyor. En önemli değişimi ise şu cümlesinde gizliydi:
“O ataklar artık bana zarar verecek bir şey gibi gelmiyor, sadece beni bir şeylere çağırıyor.”

Vaka Notu: Gülümseyen Yüzün Ardındaki Sessizlik

23 yaşında bir üniversite öğrencisi. Sosyal, neşeli, sevilen biri olarak tanınıyor. Ancak seans sırasında ilk söylediği şey şu oldu: “Gülümsemek en iyi savunma mekanizmam.” Yakın zamanda hiçbir olay yaşamamıştı ama uzun süredir içten içe tükenmiş hissediyordu. Anlattıkları arasında, zaman zaman panik nöbetlerine benzer ataklar geçirdiğini de fark ettik.

Yaptığımız değerlendirmede bu durumun, dışarıdan pek fark edilmeyen atipik depresyon olduğunu gördük. Uyku ihtiyacı artmış, enerji seviyesi azalmış, ama sosyal ortamlarda bu belirtileri başarılı şekilde maskeliyordu.

Terapi sürecinde, “herkes beni böyle tanıyor” baskısından sıyrılması ve kendi duygularına dürüstçe yaklaşması üzerine çalıştık. Kendini güçlü göstermek zorunda olmadığını fark etmesi, gerçek değişimin başlangıcıydı. Şu an daha sade bir hayat sürüyor ve “gülümsemek” artık bir maske değil, içten gelen bir tepki.

Premenstruel Sendrom

Kadın Olmanın Derdi: Premenstruel Sendrom

Doğurganlık dönemindeki kadınların çoğunda adet döngüsünün premenstruel (kanama öncesi) fazında bir veya birkaç fiziksel ve psikolojik şikâyet görülmektedir.

Şikayetler genellikle hafif şiddette hissedilmekle birlikte, vakaların % 5-8 bölümünde semptomlar orta şiddette veya şiddetli olmaktadır ve belirgin olarak sıkıntıya veya fonksiyonel bozulmaya yol açmaktadır. Premenstrüel sendrom (PMS), adet döngüsünün geç lateral evresinde ortaya çıkan, çoğu adet döneminde tekrarlayan, kanamanın başlaması ile kısa sürede ortadan kalkan duygusal, davranışsal ve bedensel değişiklikler ile giden psikiyatrik bir bozukluktur.

Şikayetlerin görülme süresi birkaç gün ile iki hafta arasındadır. Genellikle adetten altı gün önce şikayetler belirginleşir ve adet öncesi ikinci günde en şiddetli olarak hissedilir. Öfke ve sinirlilik en önemli şikayetlerdir ve diğerlerinden daha önce başlar. PMS ilk adetten sonra herhangi bir yaşta başlayabilir. Ortalama başlangıç yaşı 25 civarıdır. 25-35 yaş aralığında diğer yaş guruplarına göre daha şiddetli seyreder. Menopoza yaklaştıkça şiddeti azalır.

PMS klinik görünüm olarak birçok çeşitlilik gösterir. En sık görülen psikiyatrik bulgular sinirlilik, depresyon, anksiyete ve duygu-durumda değişkenliktir. Bu ruhsal şikayetlere sıklıkla göğüslerde ağrı, vücutta şişkinlik, uyku ve iştah değişiklikleri eşlik eder.

PMS ve duygu-durum bozukluklarının yaşam boyu birlikte görülme sıklığı %30-70 arasında bulunmuştur. Duygudurum bozukluklarının kadın cinsiyetinde daha sık görüldüğü gerçeği düşünülse bile, bu oran beklenin çok üstündedir. PMS tanısı alan kadınlarda menopoz döneminde ve doğum sonrasında depresyon görülme riskinin daha yüksek olduğu bildirilmektedir.

PMS’un nedeni kesin olarak bilinmemektedir. Biyolojik etmenler (hormonal değişiklikler), genetik etmenler, psikofizyolojik etmenlerin sorumlu olabileceği düşünülmektedir

Premenstrüel belirtilerin tedavi edilmezse kötüleşmeye eğilimli olduğu kanısı yaygındır. Kadınların tedavi arayışları 30’lu yaşlarda başlar. Gebeliklerden sonra tam veya ileri düzelme olabilir. Hastalık bulguları menopoz ile ortadan kalkar.

Uygulanan tedavi yöntemleri

a- Konservatif tedaviler

b- Menstrüasyonun devamı sırasında tıbbi ve farmakolojik tedaviler

c- Tıbbi ve cerrahi müdahale ile yumurtlamanın ortadan kaldırılması olarak sınıflandırılabilir.

Alıntı: Reha Bayar, Kaygı ve Şiddet, 2009 Ankara,227-31

Obezite ( Şişmanlık ) Nedir?

21. Yüzyılın Yeni Salgını: Şişmanlık

Günümüzde hastalık ve sağlık kavramlarında büyük bir değişim yaşanıyor. Artık bir hastalığı anlamak beraberinde ekonomiden politikaya, bilimden ticarete birçok kavramı da birlikte ele almayı gerektiriyor.  


Bir hastalık verili tarihsel koşulların bir ürünü olarak ortaya çıktığında bir yandan onunla mücadelenin bir sonucu olarak çareleri, tedavileri ortaya çıkıyor, diğer yandan ise bir endüstrisi ve pazarlama alanı oluşuyor. Son 30 yılın hem bir hastalığı hem de bununla girilen mücadelesi salgına dönmüş olan şişmanlık (obezite), bu çağdaş hastalıkların en önemli örneklerinden biri, yol açtığı kalp hastalıkları, kanser ve eşlik eden ruhsal bozukluklarla sağlık gündeminin en önemli sorunlarından biri olmaya adaydır. Ayrıca şişmanlığa karşı mücadelenin yeni rant alanları doğurduğunu, insanları güzel görünme ya da sağlıklı olma ikileminde sıkıştırdığını, umut arayışlarının yeni bir ticaret alanı yarattığını ve denetlenmeyen bu alanın yaşamı tehdit edici sonuçlara yol açtığını görmekteyiz. Sağlık medyasının zaman zaman bu konuları bilimsel bilgilerin sağladığı nesnellikten uzak bir biçimde sunmasının yarattığı bilgi yanlışlıklarına tanık olmakta, ehil olmayan kişiler tarafından yetki belgesi olmayan “klinik”lerde yapılan zayıflama tedavilerinin ne denli acı sonuçlara yol açtığını görmekteyiz.

Şişmanlığın gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde çocuk, ergen ve erişkinler arasında önemli bir halk sağlığı sorunu olduğunu hem çocukluk hem de erişkinlik döneminde sağlığı bozan risk etkenleri ile çocukluk çağı şişmanlığı arasında güçlü bir ilişki bulunduğunu söyleyebiliriz.

Şişmanlığın nedenleri…

Oluşumunda birçok etkenin rol aldığı şişmanlık ile başa çıkmak hastalığı tüm boyutlarıyla anlayabilmeyi gerektirir. Genetik etkenler, bazı beyin tümörleri, beyinde salgılanan bazı madde ve hormonların düzeyindeki değişmeler, çevresel etkenler, yaşam tarzı, beslenme alışkanlıkları, bazı ruhsal bozukluklar, bazı fiziksel hastalıklar, kullanılan bazı ilaçlar, fiziksel aktivitenin azlığı, birey hareketsiz kılan TV izleme ve bilgisayar kullanımı yeni alışkanlıkların ortaya çıkması şişmanlığın oluşumunda belirgin etkisi olan değişkenlerdir. Bunun yanında aile tutumları, akran etkisi, bireyin maruz kaldığı sosyal etkenler, sosyal olarak yetersizlik, ailelerin beslenme konusundaki bilgi yetersizlikleri, sos yo-ekonomik düzeyde düşüklük ve bunları bağlı ortaya çıkan yaşam biçimi önemli diğer etkenler olarak dikkati çekmektedir. Bu nedenler içinde son yıllarda belki de üzerine en çok konuşulması gereken noktanın beslenme tarzı ve bireyin sağlığı geliştirme yönünde sahip olduğu elverişsiz durumlar olduğunu vurgulamak gerekir.

Bireyin düşük kendilik değerine sahip olması, bedenini algılamada sorunlar, sürekli olarak değişkenlik gösteren kilo alma ve verme döngüsünün yarattığı ruhsal sonuçlar şişmanlığın oluşumunda etkili değişkenler içinde sayılmaktadır.

Obezite (Şişmanlık) ile nasıl başa çıkılır?

Şişmanlığın, uzun soluklu bir mücadele olan sağaltımında ana hedefler kilo vermeden çok sağlıklı bir beslenme ve etkinlik yapma alışkanlığı kazanmadır. Bu yaklaşım daha çok olumsuz davranışları olumlu davranışlarla değiştirme, olumlu yeme tutumları geliştirme, etkinlik becerisi kazandırmaya odaklı davranışçı girişimleri içerir. Bunun için özellikle bu davranışları belirleyen çevreyi düzenlemek oldukça önemli bir süreçtir. Yeme alışkanlıklarının ve fiziksel etkinliğin farkında olmak, sorunlu yeme ve etkinlik davranışlarını görünür kılmak, aşırı yemeyi ortaya çıkaran ya da kolaylaştıran ortamları ve durumları saptamak, özellikle davranış değişikliklerini küçük adımlarla yapmak, bu değişiklik olumlu sonuç verdiğinde yeni değişikliği gündeme getirmek önemlidir. Yeme düzenini gözden geçirme, hareketsiz yaşantıyı değiştirme (özellikle TV izleme) ve aktivite seviyesini arttırmaya yönelik eğitimler başta gelmektedir.  Bunun yanında koruyucu ve önleyici yaklaşımlar da tedavide dikkat edilmesi gereken diğer önemli hedefler olmalıdır.

Sonuç olarak, şişmanlık, genetik ve çevresel etkenlerin karmaşık etkileşimi sonucu ortaya çıkan, yaygınlığı giderek artan klinik bir sorun olarak hem tedavisi hem de önlenmesi açısından farklı meslek alanları arasında bir ilişki ve eşgüdüm kurulmasını gerektirir. Yalnızca zayıflamaya yönelik tedavilerin tek başına yeterli olmadığını vurgulamamız gerekir. Özellikle bireyi aşırı yemeye iten ruhsal bozuklukların ele alınması ve psikiyatri uzmanının bu tedavi programı içinde yer alması en doğru yaklaşım olacaktır. Şişmanlık ile mücadelede önleyici ve koruyucu yaklaşımların öncelikli olduğunu, bu nedenle, şişmanlık gelişiminde belirleyici olan risk etkenlerinin saptanması, ortadan kaldırılması, bunun yanında sağlık kalmaya olanak veren uygun bir çevre oluşturulması, ulusal düzeyde bir beslenme politikasının geliştirilmesi gerektiğini vurgulamamız gerekir. Unutulmamalıdır ki, şişmanlık sadece bireysel bir sorun değil, ekonomik ve politik temelleri olan toplumsal bir sorun olarak ele alınmalı, bu çerçevede bir mücadele biçimi geliştirilmelidir.

Türkiye Psikiyatri Derneği, bünyesinde etkinlik gösteren ilgili tüm çalışma birimleriyle bir halk sağlığı sorunu niteliği kazanmış ve psikiyatrinin ilgi alanına giren şişmanlık (obezite) gibi her türlü fiziksel ve ruhsal bozukluğu daha iyi anlama, bu yönde bilimsel bilgi birikimini artırma, çözüm yolları üretme, tedavi yaklaşımları geliştirme ve bu verileri tüm ülke insanlarının kullanımına sunma sürecine elinden geldiğince katkı sağlamayı sürdürecektir.

Kaynak: http://www.psikiyatri.org.tr

Sosyal Fobi

Sosyal Fobi Nedir?

Kişinin sosyal ortamlarda veya performans gerektiren durumlarda mahcup olacağı, küçük düşeceği ve utanacağını düşünerek duyduğu belirgin ve süreklilik gösteren korkuyu tanımlar. Bir anksiyete bozukluğudur.

Bu korku tanımadığı kişiler önünde, onların izlemesi ve kendisini olumsuz değerlendirmesi ile ilgilidir.  Topluluk önünde konuşmak, yemek yemek, yazı yazmak, imza atmak, telefon ile konuşmak gibi durumlar kişi için çok sıkıntılıdır. Bu durumlarda, utanmak ve küçük düşmekten duyulan korku ile çarpıntı, kızarma, terleme, titreme gibi fizyolojik belirtiler ortaya çıkar. Bazen bu bulgular çok yoğundur ve tek başına kızarma titreme fobileri olarak belirginleşirler. Hastalar sosyal ortamlarda beceriksizlik, kekelemek, yanlış şeyler söylemek ve uygunsuz davranışlarda bulunmaktan korkarlar. Hasta bu korkusunun yersiz ve aşırı olduğunu farkındadır. Korkuları iş veya okul hayatını insan ilişkilerini olumsuz olarak etkiler.  Korkulan durum ve ortamlar ile karşılaşabileceği endişesi yoğun yaşanabilir. Böyle bir durum ile karşılaşıldığında kişi olayı göğüsleyebilir, korku ve anksiyetesine katlanmaya çalışır (Bazen bu durum bir panik nöbeti tetikleyebilir) veya korkulan durumdan kaçınma davranış geliştirilebilir. Sosyal fobi geliştiren olay ve ortamlardan uzak durmaya başlar.

“Aslında ben çekingen biriyim. Çocukluğumdan beri bu böyleydi sanırım. Aneminde öğretmenlik yaptığı bir ilkokula gittim. Çalışkan bir öğrenciydim. Öğretmenlerim beni severdi. Çok saygılı terbiyeli bir öğrenci olduğumu söylerlerdi. Kolay arkadaşlık kuramazdım. Birkaç yakın arkadaşım vardı onlarla aynı mahallede büyüdük ve aynı okullara gittik. Ailelerimiz birbirini tanırdı. Okulda sosyal biri değildim ama arkadaşlarımla aram iyiydi.  Kendimi çalışkanlığımla kabul ettirmiştim. Sokağa çıkmama pek izin verilmezdi. Genellikle ders çalışarak ve kitap okuyarak vakit geçirirdim. Arkadaşlarım bizim eve gelir ve birlikte bilgisayarda oyun oynardık.  Futbolu severim. Arkadaşlarımla top oynamak isterdim ama maç sırasında top ayağıma gelince heyecanlanır, elim ayağıma dolaşırdı. Bazen pencerelerden arkadaşların babaları bizi seyrederdi, o zaman hepten elim ayağıma dolaşırdı.  Eve gitmem gerekiyor diyerek oyundan çıkardım.  Bu yüzden beni takıma almak istemezlerdi. Özellikle beşinci sınıftan sonra yeni bir okul ve birden fazla öğretmen olması beni çok etkiledi. Sözlüye kaldırılırım korkusu o zaman başladı. Bildiğim konularda bile bu korkuyu hep yaşadım. Hocaların gözlerine bakamazdım.  Çalışkan ve sevilen biriydim. Yazılılarım çok iyiydi, soruları da bildiğim halde, hoca beni derse kaldıracak diye çok korkardım. Hocalar ile konuşurken sesim titriyor, terliyor, kızarıp bozarıyordum ve çoğunlukla söylemek istediklerimi söyleyemiyordum. Hocalarım benim bu heyecanımı ve korkumu bildikleri için sözlüye kaldırmazlardı. Lisede bir kız arkadaşıma âşık oldum. Ona şiirler bile yazdım ama onun haberi olmadı çünkü değil aşkımı söylemek yanından geçerken bile heyecanlanıyor ve kızarıyordum. O bir şeyler anlayıp benimle birkaç kez konuşmak istedi ama heyecanımı yenip bir şey söyleyemedim, kızardım bozardım. Sanırım sesim titreyerek bir şeyler saçmaladım. Kim bilir benim için neler düşünmüştür? Beceriksiz yeteneksiz demiştir herhalde. Bu olaydan sonra onunla göz göze gelmekten bile kaçındım. Diğer çocukların kız arkadaşları vardı, benim hiç olamadı. Bu durum benim daha eve kapanmama neden oldu. Üniversite seçme sınavlarına tek başıma hazırlandım ve istediğim yeri kazandım. Artık İstanbul’da okuyacaktım. Esas problemler işte o zaman başladı. Babam beni okula kaydettirdi, bir yurda yazdırdı ve memlekete döndü. Aynı odada hiç tanımadığım dört kişi ile kalacaktım. Benim için tamamen yeni ve zor bir dönem başladı. Çok zor alıştım. Hatta alışamadım. Her şey yabancıydı. Amfilerde derse giriyorduk hiç tanıdığım arkadaşım yoktu. Amfide nereye oturacağımı, ne yapacağımı, nereye bakacağımı bilemiyordum. Sürekli önümdeki kitabı okuyormuş gibi yapıyordum. Öğrenciler bir hafta içinde tanıştılar, gruplaştılar. Ben kimseyle selamlaşmıyor ve konuşamıyordum. Bazıları tanışmak için sorular soruyordu. Cevap verirken zorlanıyor, kızarıyordum. Kendimi aptal gibi hissediyor ve kendime çok kızıyordum. Artık okulda olmak beni bunaltıyordu. Ayrıca problemlerim sadece okul ile sınırlı değildi. Okula giderken minibüse binmem gerekiyordu.  Parayı uzatmak,” alır mısınız” demek, nerede ineceğimi söylemek bile çok zordu. İneceğimi söyleyemediğim için bazen durağı geçtiğim oluyordu.  

Daha önce alışverişi ben yapmazdım. Para vermek, üstünü almak, aldıklarımı poşete koymak çok zor geliyordu. Oda arkadaşlarımla da kaynaşamadım. Zaten bir müddet sonra beni dışladılar. Artık derslere gitmiyordum. Sabah herkes gidinceye kadar yataktan kalkmıyordum. Bütün günü odamda geçiriyor, akşam olunca yurdun karşısındaki parka çıkıp orda oturuyordum. Yapayalnız ve mutsuzdum.”   

Bu hikâye Anadolu’dan okumak için İstanbul’a gelen üniversite öğrencisi bir gence ait. Psikiyatriste başvurma nedeni: okul başarısızlığı, isteksizlik, sıkıntı, karamsarlık, uykusuzluk gibi şikayetlerle anlatılan depresif bozukluk olmakla birlikte, bu depresyonun ortaya çıkmasına neden olan temel bozukluk yukarda bulgularını anlattığı sosyal fobisiydi. Uzun yıllar yaşadığı ve kendince uyum sağladığı alışılmış bir ortamdan çıkarak İstanbul’da yabancı bir ortama gelişi sosyal yaşamında ciddi olumsuzluklar oluşturmuş, yaşam kalitesini bozmuştu.

Obsesif Kompulsif Bozukluklar

Obsesif kompulsif bozukluk (OKB), obsesyon ve/veya kompulsiyonlar ile karakterize ruhsal bir bozukluktur. OKB’si olan kişi çoğunlukla obsesyonlarının anlamsızlığının farkındadır. Obsesyonlar zaman kaybettirici olabilir, kişinin rutin işlerine, mesleki işlevlerine, olağan sosyal aktivitelerine, arkadaş ve aile ilişkilerine önemli ölçüde engel teşkil edebilir.


Obsesyon veya saplantı kendiliğinden bilinç alanına giren, yineleyici, sıkıntı yaratan, kişinin saçma ve yanlış olduğunu bildiği düşünce, dürtü ya da imajlardır. Kompulsiyon (zorlantı) genelde bir obsesyona engel olmak için belli kurallarla yapılan motor veya mental eylemlerdir.

OKB nin görülme sıklığı nedir?

Sık görülen bir hastalıktır: Amerika’da yapılan çalışmalarda Toplumda görülme sıklığı dördüncü olan psikiyatrik hastalık olarak bulunmuştur. Ömür boyu görülme olasılığının %1-2 olduğu düşünülmektedir.

Kadın ve erkek oranı nedir?

Yapılan çalışmalar kadınlarda biraz daha fazla gözlendiğini belirtmektedir. Kadın erkek oranı 1,2 ile 1,8 arasındadır

Hastalığın başlangıç yaşı nedir?

Hastalığın ortalama başlangıç yaşı 21.9 ile 35.5 arasındadır. Hastaların %65’inde başlangıç 25 yaşından öncedir. %15’lik bir gurupta başlangıç yaşı 35’in üstündedir.

En sık görülen hastalık bulguları nelerdir?

En sık görülen durum kontaminasyon obsesyonları (elinin veya vücudunun mikrop pislik kan meni idrar ile kirlendiği düşüncesi) ve bunu izleyen yıkama ve temizleme obsesyonları ve kontamine olunan nesneden kompulsif kaçınmadır. İkinci sıklıkta görülen durum şüphe obsesyonları (Ocağın altını kapattım mı?, Kapıyı kilitledim mi?) ve bunu izleyen kontrol etme kompulsiyonlarıdır (ocağı, elektrik düğmelerini veya kilitleri defalarca kontrol etmek hatta bunun için eve geri dönmek ). Üçüncü sıklıkta görülen durum sadece obsesyonların olduğu kompulsiyonların görülmediği durumdur. Bu obsesyonlar genellikle cinsel ve saldırgan davranışların tekrarlayıcı düşünceleridir. Bunun dışında simetri obsesyonları, dinsel veya cinsel içerikli rahatsızlık ve suçluluk veren obsesyonlar, biriktirme kompulsiyonları da görülebilir.

OKB tedavisi nasıldır?

Tedavisinde kullanılan ilaçlar kadar davranışçı psikoterapide etkilidir. Bu iki tedavinin birlikte kullanılabildiği hastalar tedaviden daha fazla faydalanmaktadır.
Alıntılama: TÜRKİYE’DE SIK KARŞILAŞILAN PSİKİYATRİK HASTALIKLAR Sempozyum Dizisi No:62 •Mart 2008 S:185-192 Reha Bayar ve Mesut Yavuz

Antisosyal Kişilik Bozukluğu

Bu kişilik bozukluğu 15 yaşından önce başlayan, başkalarının haklarına saldırma ve yok sayma başta olmak üzere yaygın antisosyal davranışlar gösterme ile belirlenen bir bozukluktur.

Antisosyal kişilik bozukluğu tanısı 18 yaşından sonra konulmakla birlikte kişinin 15 yaş öncesinde davranım bozukluğu semptomları göstermesi gereklidir. Bu kişilik yapısı sosyopatlık, psikopatlık ve dissosyal kişilik bozukluğu olarak da adlandırılır.


Hilekarlık, yalan söyleme ve manipülasyon bu kişilik bozukluğunda görülen özellikler olduğu için, klinik değerlendirmede kişiyi tanıyan kaynaklarda alınan ek bilgilerle tamamlamak gereklidir.

Antisosyal kişilik bozukluğu olan kişiler çoğunlukla empati yapamazlar. Başkalarını duygularına, haklarına ve acılarına karşı duygusuzdurlar.

Kendilerini olduklarından değerli gören kibirli bir yapıları vardır. İlk bakışta çok cana yakın ve çekici olabilir, insanları kolayca etkileyerek kandırabilirler.

Bir eş ve ebeveyn olarak sorumluluklarını yerine getiremezler.

Genelde çok eşli bir yaşamaları vardır, cinsel ilişkilerinde de sorumsuz ve sömürücü olabilirler.

Toplumun diğer kesimine göre şiddet ile daha iç içe olduklarından erken yaşta ölme eğilimi gösterirler (intihar, kaza, cinayet gibi nedenlerden).

Bu kişiler sıklıkla kendilerini rahat hissedemezler, gerginlik, can sıkıntısına katlanamama ve depresif duygu-durum yakınmaları sıktır.

Anksiyete bozuklukları, depresif bozukluk, alkol ve madde kullanımı ile ilgili bozukluklar, somatizasyon bozukluğu, patolojik kumar oynama ve diğer dürtü bozuklukları sık görülür.

En sık birlikte görülen kişilik bozuklukları borderline, narsisistik ve histrionik kişilik bozukluklarıdır.

Antisosyal kişilik bozukluğu bulunan kişilerin akrabalarında aynı hastalığın görülme oranı genel topluma göre daha sıktır.

Aynı şekilde somatizasyon bozukluğu ve madde kullanımı ile ilişkili bozukluklar daha sık ortaya çıkmaktadır.

Bu bozukluğun gelişmesinde hem genetik faktörler hem de çevresel faktörlerin etkili olduğu bilinmektedir.

Özellikle yaşamın dördüncü kırklı yaşlarda belirginleşmek üzere yaş ilerledikçe semptomlar yatışır. Bu yatışma özellikle suça karışma davranışlarında olursa da bütün antisosyal davranışlar ve madde kullanımında belirgin azalma görülür.